ANA SAYFA

ANADOLU Ajansı Adana bölge temsilcileri
22 Ağustos 2013 Perşembe günü site sorumlumuz İbrahim Sert'le birlikte köyümüzün Doğal ve Kültürel özelliklerini araştırmak üzere ziyarette bulunmuşlardır.Video çekimleri yapılıp,köylülerle röportajlar yapılmıştır.
http://www.youtube.com/watch?v=PSoqUr-Ybbw&feature=youtu.be
    

KAYIP VADİDEKİ KÖY: KARAHAN-Handan TÜRKELİ-2002

Temmuz sıcağının caddeden dalga dalga yükseldiği öğle saatleri.  Esnaf, dükkanların önündeki gölgeliklere çekilmiş, can sıkıntısı sokaklara taşmış, sohbete mecal yok. Kasabanın tek caddesi üzerinde karşılıklı yerleşmiş bir iki banka şubesi, beyaz eşyacı, nalbur, kasaları boşalmış birkaç manav, cılız vitriniyle bir market, bir de pide fırını. Caddeyi boylu boyunca kat eden yabancı araç belli belirsiz bir canlanmaya neden olsa da pek ehemmiyeti yok.. Bir ara, Posçam Orman İşletmesi tabelasına takılıyor gözümüz, sonra, başına “Pos” ibaresi eklenmiş bir iki tabelaya daha.

 

Toroslar’ın kuzeyinden güneyine, on beş gündür yoldayız. Kayseri-Niğde-Adana üçgeninde, Aladağlar, yol boyunca değişmeyen tek manzara. Bir de küçük ilçe var, aynı adı taşıyan. Aladağ’a yolumuzu düşüren sebep; “bunca güzel dağın arasına sıkışmış konumuyla kim bilir ne cennettir” merakı. Boşunaymış. Anadolu’nun, nicedir tümü birbirini andıran, gelişme adı altında her gün biraz daha kötüye doğru değişen, kendine bile yabancı yüzlerce kasabasından biri Aladağ da.

Orman İşletme Müdürü Ömer Coşkun’un tarifiyle gideceğimiz köyler de var sırada. Karatepe Mevkii’ne varmak için Doğançay yolundan ilerleyip maden ocağından sonra yolun ikiye ayrıldığı yerde sağı takip edeceğiz. Yol orman yolu. Yani pek öyle konforlu bir yolculuk beklememeli. Kaldı ki, son selde çok hasar görmüş. Ancak arazi aracı veya traktör gidebiliyor.

Anlatılanlara göre; sapa olmasına sapa, bir köprüden geçecek, neler neler görecektik… Memleketin dördüncü büyük kentinin köylerinde olduğumuza inanamayacaktık. Adana’ya topu topu birkaç saat mesafedeki Kışlak ve Karahan’ın unutulmuşluğuna akıl sır erdirilemezmiş… Ama halkı çalışkan. Dağı taşı düz edip tarla açar, sırtlarında su taşıyıp kıraç toprağı yeşertirlermiş.

Küp, Mengez, Köprücek de var merakımızı çeken ama onların yolu daha ters. Yanılıp o tarafa sapmamak gerek. Tek bir benzin istasyonu bile bulunmadığından akşama dönmek mümkün olmaz yoksa.

Humus ve serpantin zengini kıpkızıl topraklar mı verir buralara adını bilinmez ama ormanın böyle gür, ağacın böyle ulu, reçine kokusunun bunca kesif, ışığın hasis, sesin uzak oluşudur mutlaka içinden geçtiğimiz Aladağ Milli Parkı’na nadideliğini veren. Yüzölçümü kırk dört bin hektarı buluyor. Yaban keçisi, ur kekliği, vaşak, yaban domuzu yaşıyor kuytularında. Beş yüz metreden iki bin metrelere doğru yükseldikçe kızılçam, karaçam, sedir, göknar, kayın, meşe, gürgen, kayacık, ardıç topluluklarına rastlamak mümkün. Lübnan sedirinin buralardaki adı katran ağacı. Karaçam ise posçam diye biliniyor. Aladağ’da gördüğümüz tabelaların nedeni buymuş. Posçama verilen değer, Orman İşletmesi’nin adına bile yansımış; Aladağ Pos Orman İşletmesi diye. Nadir ağaçlardan posçam. Kerestesi çok kıymetli.  Metreküpü üç yüz milyon liradan alıcısı var. Dümdüz yükselen kalın gövdesi puslu beyaz bir kabukla kaplı. Pos adı bundan mülhem.  

Karatepe henüz görünmedi. Yol ayrımından en çok bir saat çekmesi lazımdı oysa. Yanlış yolda olduğumuz kesin, ama ne gam? Yıldırıcı yol koşullarına rağmen geri dönmek aklımıza bile gelmiyor. Yükseldikçe değişen orman yapısı, Toroslar’ın iyice belirginleşen görüntüleri, billurlaşan renkler ve mis gibi çam kokan hava, menzilin önemini unutturmaya yetiyor.

Omzunda uzun bir sopa. Ucunda çıkını asılı. Yaşı yetmişin üzerinde, rahat. Bir virajın ardından görünüverdiğinde, o ıssızlıkta ne aradığını anlamamıza katiyen imkan yoktu. Saatlerdir yürürmüş. O da bizimle aynı yere, Karahan’a gidiyor. Yorgunluğu her halinden belli olsa da telaffuz etmiyor. Ne bir tabela, ne bir işaret bulunan yolda hızır gibi yetişip önümüze düşüyor. “Az kaldı” diyor ama görünürde köy möy yok. Yola yuvarlanmış kayaları kenara çekmek için sık sık durmak zorunda kalışımız iyi gelmiyor ona. Rakım iki bin metreyi gösterirken ‘dur kalk’tan içinin bulandığını söyleyip “keseden yürürüm ben” diye iniyor arabadan. Rehber  o ya, inerken, “Geldik sayılır. Burdan otuz dokuz viraj sayın, sonra Karahan’dasınız” demeyi de ihmal etmiyor.

Hacarlık Gediği’ymiş ihtiyarı indirdiğimiz yerin adı. Köyün işaretleri burada başlıyor. İlki, Harun’la Deniz. 10-12 yaşlarında iki çoban. Mal güdüyorlar tepelerde. Buralarda otomobil görmeye alışkın olmadıkları besbelli. Dünyayı unutup ardımızdan koşturmaya başlıyorlar.  Ormanlık dimdik yamaçlardan hızla koşturup önce gözden kayboluyor, sonra yolumuzun üzerindeki virajlara bizden evvel varıp yarışı hep onlar kazanıyor.

Dağ taş saman sarısı, buğdayın hasat mevsiminden… Bir de mor mavi dağlar uzanıyor ufka doğru… İki renk, yanımızdan hiç ayırmadığımız fotoğraf gibi geliyor ardımız sıra. Pembe zakkum toplulukları ormanaltı örtüsüne dönüşmüş buralarda. Dik yamaçlara tek tük yayılmış evlerde hiçbir hareket yok. Uzakta bir atlı, bir de biz. Köpek de yok görünürlerde. Aracımızdan yükselen motor sesi, vadiye serbestçe salıverilmiş hayvanları ürkütüyor. Issızlığın ortasındaki varlığımız bizi bile rahatsız etmeye başlıyor.    

Kıvrıla kıvrıla inen yol Karatepe yani Karahan ve Kışlak’ın bulunduğu vadiye çıkarıyor sonunda bizi. Uzunhopur, Bahçecik, Keçeliler, Hatıplı, Karakoyak  mahalleleriyle iki köy merkezinde binden fazla nüfusun barındığı vadi, haritada, Zamantı Nehri’ye Gökdere’nin buluşup Seyhan adıyla akmaya başladığı yere denk düşüyor. Dört yanı dağlarla çevrili. Bıçakla kesilip düzlenmiş gibi duran kayalıkların tepeleri bulutlara değiyor. İyice yukarılarda kartallar süzülüyor.

Stabilize yol vadinin aşağılarında gürleşen yeşillikler içinden sürüp giderken öbek öbek zakkumların arasından görünen evlerin mimari üslubu dikkatimizi çekiyor. Meyve ağaçlarının çepeçevre sarıp görünmez kıldığı evlerin tümünün önünde,sedirli ve gölgelikli ahşap çardak var. U formunda, blok taşlardan harçsız örülmüş sıvasız duvarlar, içinde iki göz oda gizliyor. Muntazam, doğayla uyumlu bir doku. Bir bakışta evi bahçeden, bahçeyi evden ayırmak güç. Çardaktan aşağı bir tahta merdiven uzanıyor, ahır hemen onun altında. Anadolu’da artık nadiren görülen usta işi özgün mimari örneklerinden biriyle karşı karşıya olduğumuz su götürmez. Peki bu mimari, içinde nasıl bir yaşam kültürü saklıyor?

Akşam çökerken yol üzerindeki ilk hanenin önünde arabayı susturuyoruz. Evin oğlu Ahmet Aydoğdu, iki arkadaşıyla beraber karşılamaya çıkıyor. Bakışlar şaşkın, “nerden düştü yolunuz buralara” diye. Bu sorunun en inandırıcı yanıtını mutlaka bulup hazırlamalıymış, önceden. Düşünemedik. Defineci zannından kurtulmak için şartmış meğer. Öyle ya, kim gelir buralara? Niye aşar bunca yolu?

Dağların, maviden mora dönen akşam ışığını vadiye hapsettiği saatlerde “akıllı” Memet’in evinde konuğuz. Lakabı, pek meşhur olan kontrolsüz öfkesinden kaynaklanıyor. Yekten deli diyemediklerinden öyle çağırıyorlarmış. Kendi ortalarda yok. Kaynanasının köyüne buğday kaldırmaya gitmiş, yardıma. Evin erkeği Ahmet, annesi ve dört kız kardeşiyle etrafımızda pervane. Koyun yoğurdundan ayran geliyor önce buz gibi. Sofra kuruluyor sonra.

Çardağın tepesinden sarkan çıplak ampul ışığının ve çayın eşlik ettiği sohbet, gece boyunca dönüp dolaşıp bir “köprü” ye çıkıyor. Bu köprü mühim. Es geçmeye imkan yok. Buradaki yaşamın kilit sözcüğü o. İşsizliğin, öğretmensizliğin, göçün, unutulmuşluğun… Geçmişe dair anlatılacak, geleceğe dair planlanacak ne varsa köprüyle bağlantılı. Seyhan Nehri, Karatepe’yi öyle bir koparmış ki karşı kıyıdan, geçen yıla kadar Adana, bir saat olsa iyi, nerdeyse bir asır ötede kalmış.

Seyhan vadinin hiçbir yerinden görünmüyor. Kıyısına varmak için azından iki saat yürümek, azgın suların üzerine kendi elleriyle yaptıkları titrek asma  köprüden karşıya geçmek, gelecek otomobili saatlerce beklemekmiş, “köprüden önce” büyük kente ulaşmanın bedeli. Hastalarını sal dedikleri omuz sedyesiyle taşırlarmış karşı kıyıya. Ne genç kızlar, ne delikanlılar kapılıp gitmiş sulara. Daha geçen yıl duymuş tanrılar seslerini de, dünya yeni bir asra girerken onlar betonarme bir köprüye kavuşmuş.

Sohbetin bir yerinde, “Kimlerdensiniz?” diye sorduğumuzda önce derin bir sessizlikle karşılanıyor. Sonra kırık dökük bilgiler gelmeye başlıyor. Çukurova’nın sivrisineğinden kaçıp buraya yerleşen atalarından bahsediyorlar. Ama onlardan öncesini bilmezlermiş.  Toroslar’daki kara çadırlar gibi, birbirinden uzak araziye yayılan evler, yol boyunca aracımızın önünden kaçışan keçiler, misafir yanına çıkmayan sessiz kadınlar, bir filmin geri dönüş sahneleri gibi resimler oluşturuyor zihnimizde. Toroslar’ı asırlardır yurt tutan Yörükleri hatırlıyoruz.

Yorumumuz hiç de yanlış sayılmasa gerek. Yüzlerce yıl göçebe yaşayan Varsak Türkmenleri’nin en son konup yerleştikleri topraklardayız. Çukurova bilgisi de bunu doğrular gibi. Moğol akınlarından kaçıp Anadolu’ya gelen pek çok kavimden biri de Oğuz’ların Üçok boyu. Kilikya yani Bugünkü Çukurova bölgesini yurt edinen Üçok kavimlerinden biri Varsaklar. 11. Yüzyılda Selçuklu ve 14. Yüzyılda  Memlük hakimiyetini yaşadıktan sonra,   Osmanlı’ya karşı Karamanoğlulları’nın ordularında savaştıkları biliniyor. Karahan’daki ev sahiplerimiz tarihleri hakkındaki bilgiyi bu kadar eskiye taşıyamıyor elbet. Ama atalarının, Adana’nın kuzeyindeki dağlık ve ormanlık araziye Çukurova’dan geldiklerini biliyorlar.

Bu göçün nedeni hakkında tarih kitapları ne derse desin, onlar atalarının, ovanın sivrisineğinden kaçmak ve geçimi daha kolaylamak için geldiklerini düşünüyorlar. Ama geçim hiçbir vakit kolay olmamış buralarda. Karahan’da genç erkek nüfusa rastlamak neredeyse imkansız bugün. Dört beş yıl öncesine kadar yakın çevrede, krom ocaklarında çalışırlarmış. Kar getirmiyor diye onlar da kapatılmış bir bir. Şimdi çoğu Adana’da, Kozan’da, belki daha uzaklarda ekmeğini arıyor. Köyde kalanlarsa, ekip biçip yediğinin dışında ne fazlasını satıp üç beş kuruş kazanmanın, ne de büyük kentin nimetlerini buraya taşıyabilmenin “yol”unu bulabilmiş.  Kromdan emekli Kavak Çavuş, eskinin, hele 42 yılının kıtlığını hiç unutamamış; elinden hiç düşürmediği sigarasından derin bir nefes alıp “ağacın pelidini, menengicin puşunu yedik biz” diyor, “yıllarca, deriden çarık giydik”… Yoksulluğu dervişçe bir kanaatkarlık, yoksunluğu dünya malından uhrevi bir vazgeçiş zannetmeye pek mütemayil büyük kentli akla iyice bir sokmak istercesine kendi gerçeğini; “Buradan bakıp geçecen, yaşamayacan” diye dillendiriyor.

En yakın ilçe merkezi Aladağ’a bile günlük gazetenin hala ulaşmadığını öğrenince, Karahan’da tek bir telefon ve sadece imamın evinde bir televizyon bulunması şaşırtıcı olmaktan çıkıyor. Sohbetin bir yerinde Mustafa, “memlekette savaş çıksa bizim bir hafta sonra haberimiz olur” diyor. Mahrumiyeti iyi özetleyen bu söze hep birlikte gülüşürken yüzlerce yıldır demini tutmuş tevekkül de sonunda ifadesine kavuşuyor. Onlar bu unutulmuşluğa pek de gönül koymamış sanki. Hiç gelmeyecek birini beklerken zamanı altetmenin en iyi yoludur ya geceleri erken yatmak, onlar da öyle yapmış. Uykunun kalınca örtüsünün altına gizleyip bütün özlemleri, “köprüden sonra”sının düşlerine dalmışlar yıllar boyu. Sözün en tatlı yerinde, aynı alışkanlıkla ayaklanıveriyorlar, “yatma vaktidir” diye. Cırcır böceklerinin sesi çoktan kesilmiş. Çardağın sedirinde, temiz, serin havayı ışığıyla boyayan dolunayın altında uykuyu çağırmak saatler sürüyor. 

“Geeee çiii”…. Hançereden kopan kesintisiz, gür bir nefesin biçimlendirdiği bu ses vadide gün doğumunun habercisi. İki hece gırtlağın farklı bir noktasından geçerken ayrı bir müzikle biçimleniyor, taa karşı kayalıklarda karşılığını bulup geri dönüyor. Harmanın ardından hayvanlarını serbestçe yaylıma bırakan Karahanlılar, her sabah erken saatte sağım için peşlerine düşüyorlar. Kadınlı erkekli sesleniyorlar. Her keçi sahibini sesinden tanıdığından kimsenin hayvanı birbirine karışmıyor.

Karahan’ı karşı tepeden gören Kışlak sırtlarındaki Godaz yani Güneş mahallesi, adından da anlaşılacağı gibi, vadide yeni günü ilk karşılayan mevkii. Gündoğumu kızıllığında süzülen yalnız kartal, güneş, dolunay, bir de aşağıdaki bahçede odun kıran yaşlı kadın, hepsi aynı resmin içindeler. Nasıl güçlü indirip kaldırıyor baltayı. Bir başka evin çatısında başka bir yaşlı kadın buğday yayıyor. Elini alnına dayayıp uzun uzun bakıyor. Yanına varınca da “kimsiniz, nerden geldiniz, kimi arıyorsunuz?” sorularıyla merakını gideriyor önce. “Bi bardak süt için” diye çardağa çağırıyor sonra. Köyün güzelliğinden dem vurunca biz,  “Kimse gelmez buralara, gelse de beğenmez” diyor, bir yanlışlığı düzeltmek istercesine.

Fadime Teyze’nin elli senelik can yoldaşı İbrahim Yavaş, uyku mahmuru ortalıkta sıralayan torunu Yunus’u seviyor “gidi teres senii” diye. Yunus, sayısını tam hatırlayamadığı yirmiden fazla torundan biri. Çardağın tabanına yüzüstü uzanmış, tahtanın aralığından aşağıda at eyerleyen babasına bakıyor. Ailenin yedi çocuğundan sadece Kemal kalmış köyde. İbrahim amca, bahçenin korkuluğuna bağladığı kara davarı gösteriyor gözünün ucuyla. “Bir oğul, bir de torun var askerde. Dönsünler kurban edecem onu” diyor. Bir yandan da blok taştan koca bulgur sokusunu kucaklayıp kenara alıyor. “Yaş yetmişbeş diyorsun ama güç kuvvet yerinde maaşallah” sözümüze “Gayri son ekmek” diye cevap veriyor, “Arkadaşlar bekliyor. Çok yaşa, az yaşa, gideceğimiz yer orası” diye ortalıkta görünmeyen bir mezarlığı işaret ediyor sıkkınca.

Karatepe’nin yerlisi olmak kadar yabancısı olmak da zor. İnsana öyle bir hasretlik var ki, evlerden uzanan meraklı bakışlara bir kuru selam verip geçmek yetmiyor.

Sıcak basmadan bitsin diye erkenden hamurun başına geçmiş yufka ekmeği açan kadınlar, ateşin başında pişirenler, bahçe sulayanlar, buğday serenler, tarhana kaynatanlar…Köprü, kadınların hayatında da bir şeyleri değiştirmiş. “Sebze görmezdik, giyim eşyasını beyler alıp getirirdi Adana’dan. Şimdi satıcılar geliyor” diyorlar ya, sevinçleri sadece bunları görebilmekten. Yoksa satın alacak para yine yok. “Bundan sonra incirimizin, buğdayımızın, üzümün para ettiğini görürüz inşallah” diye ümit ediyorlar. Ama buralara yabancı ayak değmesinden de korkmuyor değiller, onun da elbet bir şeyleri değiştirebileceğini kestirebiliyorlar.

Vadinin tenhalığı en çok çocuklara nimet. Her hanede sekizer onar. Bütün yollar, bütün ağaçlar, bütün tepeler onların. Leyla ve Ercan da onlardan. Leyla, Kozan’da yatılı bölge okulunda orta ikiye gidiyor. Ercan Kışlak’taki ilkokulu bu yıl bitirmiş. Kozan’a gitmeye hazırlanıyor. Daha doğrusu o dünden hazır, sevmiyormuş buraları. Derdi çobanlıktan kurtulmak. Tatilden tatile köye gelmek daha iyi ona göre. Leyla ise, tam da bundan mutsuz. Yurttaki yaşamı sevmemiş. Bir odada altı kişi kalmaktan, anne babasını özlemekten şikayetçi. Yaz tatilinde ödev verilmemiş ama kitap okuyormuş. Bulabildiği tek kitabı, beşinci sınıfta okuduğu Türkçe kitabını.. Köprünün onların hayatında neyi değiştirdiğini sorduğumuzda gülümsüyorlar; “Öğretmenimiz olmazdı eskiden ama gene gelmiyor.”

Yıllarca yaşadıkları sahipsizlikten, seller, heyelanlar gönderip evlerini başlarına yıkan doğanın ettiklerinden dem vursalar da çekip gitmeyi hiç düşünmemişler. Gavur öreni üzerine kondurduğu iki göz atölyesindeki elli senelik körüğünü her gün sabırla ateşleyen demirci ustası anlatıyor. Böyle bir felakette kaybetmiş evini. Kentten büyükler gelmiş, bakmış, pek hak vermişler yeni ev istemesine. Ama Adana’nın yolunu göstermişler. Üstelik böyle bahçe içi, tek kat filan da değil, koca apartman yapacaklarını vaat etmişler. Bir katı da onun olacak. Hiç aklı kesmemiş; “köylüyüz biz, oturamayız öyle dip dibe” diyecek olmuş, hemen itiraz gelmiş; “hiç merak etme, kimsenin kimseden haberi olmaz o evlerde” deyip bir de uygun hikaye anlatmışlar; “bir Ayşe nine vardı. O da böyle istemezdi, sonunda gitti yerleşti. Bir gün göçüp gitmiş de kimsenin haberi bile olmamış.”

Hikayenin gerisini ne biz soruyoruz, ne o anlatmaya yelteniyor. İç bulantısı yüzüne vuruyor Ali Usta’nın. O gene körüğünün başına geçip demiri tavınca dövüp orak, kazma, kürek yapmaya devam ediyor Karahan’da.

   ATLAS DERGİSİ -112.SAYISI



 KARAHAN'da Sadece ormanlar değil, sanki bütün bir yaşam kalın bir pusla örtülü. Adana'nın Karatepe Vadisi'ndeki Karahan köyünde yaşayan Varsak Türkmenleri karakterleri, hiç değişmeyen alışkanlıkları, özgün mimarileriyle yüzlerce yıllık bir kültürün son temsilcileri.  


   Kitabın sayfalarını sol taraftaki TOROSLARDA KARATEPELİ BÖLGESİ başlığını tıklayarak okuyabilirsiniz.
 
 

   
   39 Virajlı Köy KARAHAN
Türkiyenin 39 virajla ulaşılan tek köyüdür Karahan.
Adananın Aladağ ilçesine bağlı küçük,şirin bir Varsak Türkmen Köyüdür.   
   
Her virajda ayrı bir hikaye , ayrı bir acı, ayrı bir ızdırap .Yoksulluk mu insanların belini büker yoksa unutulmuşluk mu. Elbette unutulmuşluk ve kaderleriyle baş başa terk edilmişlik en acısıdır. Akşam olupta dağların üzerini kalın  pus kaplayınca derin bir asessizliğe bürünür kayıp vadideki Karahan köyü.
     Hayat sanki bitmiştir, Toros dağlarının üzerinde, sonsuzluğun ortasında küçük bir nokta gibidir . Nice hayatlar son buldu bu sonsuzluk denizinde, kimileri yelkenleri iyi ayarlayıp limana ulaşmayı başarırken, kimileride kaderlerine boyun eğerek yok olup gitti.
Yaşamayı bırakın, bu coğrafyada hayatta kalmayı becermek bile bir mucizedir.
 Yol yok , hastane yok ,okul dersen içler acısı , memlekette savaş çıksa bir hafta sonra ancak haberleri olur.Yokluğun fakirliğin belini büktüğü köy insanları hayatlarından memnun olmasalar bile  hainlik etmezler ,kanaatkar bir tavırla Allah devletimize milletimize zeval vermesin temennilerini dillerinden hiç düşürmezler.
    Köy sakinleri sonsuz doğanın ortasında,kaderleriyle baş başa yaşamlarını devam ettirip ve yine kaçınılmaz son yani ölüm geldiğinde sezsizce bu dünyadan göçüp giderler. Derleyen:İbrahim SERT        
 
 
 SEHELİ SU: 
Andırap mahallesi ile  Uzunhopur mahalleleri arasında bulunan kaynak suyudur. Asırlık bir çınar ağacının gölgesinde yer almaktadır.Suyun sertlik derecesi ve içimi çok güzeldir..Söylenceye göre sihirli olduğuna inanılır ve içenlerin anormal davranışlar sergilediği söylenir.
    NOT:
Tabi bu akıl ve mantık sınırlarını zorlayan bir söylencedir,Köylüler tarafından sürekli kullanılmasına rağmen köy ve çevresinde herhangi bir anormallikle karşılaşılmamıştır.Su bölgede bulunan onlarca yamaç kaynağından biridir ve  günlük hayatta kullanılmaya devam edilmektedir.
 

 
ANLATILAN HİKAYE ŞÖYLEDİR:
   Karatepeliler niçin daima böyle alık, avanak insanlar oluyor diye, bölgeye bir araştırmacı gönderilir. Araştırmacı, bölgeye gelip Karatepe’yi sorunca “Oraya gitmek zordur, sana bir at verelim, bir de Karatepeli al yanına da öyle gez” derler. Araştırmacının altına at, yanına da Karatepeli verirler. 
Araştırmacı Karatepeli’ye: “Bak arkadaş, sizin köyde ve yakınlarında ne kadar su varsa, hepsini tahlil edeceğim. Bu yöre insanının bu duruma gelmesinde suyun etkisi olabilir” der.

Başlarlar dolaşmaya. Pek çok kaynaktan su içerler. Fakat her seferinde önce Karatepeli içer, ardından araştırmacı içer. Böyle böyle giderken, yine bir çeşmenin başına gelirler. Karatepeli suyu içtikten sonra, araştırmacı bardağı uzatır ve bir su da kendisine vermesini ister. Karatepeli sinirlenir ve adama tuhaf tuhaf bakarak: 

- Ata binince adam mı oldun a...na kod....un adamı, aşağı in de içsene, der. Araştırmacı

- İşte aradığımız su budur, der.
 

 
KÖY SİTEMİZE HOŞ GELDİNİZ
 
*FACEBOOK***BEĞEN***PAYLAŞ*
 
KÖY SİTEMİZE HOŞ GELDİNİZ
 
31 MART YEREL SEÇİMLERİNDE KÖY MUHTARLIĞINA HALİL KILIÇ SEÇİLMİŞTİR.KENDİSİNE BAŞARILAR DİLİYORUZ.
 
SİTEMİZİ ZİYATRET EDENLER: 136482 ziyaretçi
Copyright (c)2011 (c) karahankoyu1.tr.gg | Design by İbrahim SERT Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol